Küba’daki ikinci günde Eski Havana’yı keşfe çıkıyoruz
Sabah evde Jose ile karşılaşıyoruz. La Havana Vieja’ya giderken yerel halka karışmak için otobüsleri denemek istediğimizi söylediğimizde bize gülüyor; ‘Havana’da otobüs haa?’ Biz yine de çabuk yılmak niyetinde değiliz. Calle 23’e çıkıp ilk otobüs durağını buluyoruz. Durakta düzensiz görünen bir kalabalık var, ama halk sıra kavramını kendi kafasında oluşturmuş. Biz de onlar gibi, sıranın sonunu bulmak için ‘el ultimo!’ diye bağırınca, kalabalıktan birisi son kişinin kendisi olduğunu işaret ediyor. Bizden sonra gelip ‘el ultimo’ diyen ilk kişiye de biz kendimizi gösteriyoruz. Otobüs geldiğinde herkes kendisinden önceki ‘ultimo’nun arkasına geçiyor. Ama gelen otobüs oldukça kalabalık, bekleyenlerin sadece yarisi binebiliyor, hatta son binen kişi otobüs hareket ettiğinde hala kapıdan sarkıyor. Biraz ürküyoruz, adam düştü düşecek, ama son bir gayretle kendini içeri çekiyor ve kapı kapanıyor.
Otobüsün gerçekten çok keyifli olmayacağına karar verip boş bir coco taksi çeviriyoruz. Capitollio’ya gideceğimizi söylüyoruz, ‘cuanto cuesta?’ diye soruyoruz. Tatil boyunca öğrenip kullanacağımız birkaç İspanyolca laftan biri fiyatın nasıl sorulacağı oluyor. ‘Tres dolars’ da anlaşıp arka koltuklara atlıyoruz. Calle 23 üzerinde ilerlerken bir önceki günün yorgunluğuyla görmediğimiz şeyler dikkatimizi çekiyor. 23 ile Av de los Presidentes’in kesişimindeki şapka ya da mantar şeklinde budanmış, gölgelerine banklar konulmuş ağaçlar bunlardan biri. Yolun sahil boyunca devam eden kısmında kıyılara vuran dalgalarla tekrar karşılaşıyoruz. Rüzgar, yükselen damlacıkları üzerimize düşürüyor, biz coco taksi’nin içine girip yüzümüze çarpan Karaiblerin damlalarıyla serinliyoruz. Trafik yine çılgın, her yaşta yayalar yola atlıyor ve sürücüler de yavaşlamayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Bu şehirde ayda kaç yayanın telef olduğunu düşünüyoruz. Sürücümüz diğer taksilere selamlar vererek, yavaş giden araçlara İspanyolca küfürler savurarak yola devam ediyor. Islak, esintili ve eğlenceli bir yolculuktan sonra Capitollio’ya varıyoruz.
Taksiden inince irkiliyoruz, Capitollio Nacional bütün görkemiyle karşımızda duruyor. Capitollio 1929’da kongre binasi olarak inşa edilmiş. 1959’daki devrimden sonra akademi ve kitaplık olarak kullanılmaya başlanmış. Zamanında Amerikan destekli bir hükümet tarafından inşa edilmiş olduğu için olsa gerek, Washington, DC’deki Capitol binasina çok benziyor. Ama yankee ikizine göre daha zengin detaylarının olduğu söyleniyor. Merdivenlerden ön kapının girişine kadar çıkıyoruz. Kapının iki yanında da dev heykeller var. Etraf turist kaynıyor, aşağıdaki meydana bakınca da büyük bir hareketlilik görüyoruz. Coco taksiler, camellolar, 50 yaşında döküntü arabalar ve turist taşıyan süslü faytonların görüntüsü birbiriyle çelişiyor.
Binanın içi ve balkonları da cazip görünüyor ama biz içeriyi gezmeyi daha sonraya bırakıyoruz (o “daha sonra”, 6 yıl sonrasına nasip olacak, o anılarımı da ayrı bir yazımda paylaşacağım). Tekrar yürümeye başlıyoruz. Önce Paseo de Marti üzerinden sahile yöneliyoruz. Paseo de Marti denen yolun ortasında üç şerit genişliğinde bir bölüm, etrafına ağaçlar ve banklar konularak, yol seviyesinden yükseltilerek ve mermer döşenerek yaya yolu haline getirilmiş. Ağaçların gölgesinde yürürken yol kenarındaki binaları incelemeye devam ediyoruz. Gerçekten döküntü, ama görülmeye değer, ilginç mimariler. Bazılari terkedilmiş. Yol boyunca yine puro satıcıları ve paladar sahipleri yanımıza yaklaşıyor. Anlaşılan sabit bir taktik geliştirmişler, ilk olarak nereli olduğumuzu soruyorlar. Genelde Türkiye diye cevap veriyor, bazılarına Kanada’dan geldiğimizi söylüyoruz. Cevabımız ne olursa olsun, uzun bir ‘ooo’ çekiyorlar, ülkelerini nasıl bulduğumuzu soruyorlar, sonra ne satıyorlarsa ondan bahsetmeye başlıyorlar. Eger İngilizce bilmeyen biriyse biz en iyi öğrendiğimiz İspanyolca kelimeleri söylüyoruz; ‘No comprendo (anlamiyorum)’. İngilizce biliyorlarsa da başta ilgili görünüp kibarca ‘acıktığımız zaman geliriz’ diyerek kurtulmaya çalışıyoruz.
Sahile ulaştığımızda yine geniş yollar ve büyük, boş bir park buluyoruz. Burası karşı sahildeki kale surlarına ve deniz fenerine daha yakın. Onun dışında Parque Martires del 71 (’71 Şehitleri Parkı), beton görüntüsüyle bizi çok cezbetmiyor. Ara sokaklara giriyoruz, biraz daha hareketli olan bir bölgeye doğru yürüyoruz. Anlaşılan Havana’nın en ilginç görüntülerine ara sokaklarda şahit olmaya devam edeceğiz. Yine birbirinden ilginç binalar, cıvıl cıvıl renkler, sokakta renkli yüzler, bisikletliler, çocuklar…
Biraz daha yürüdükten sonra şehrin en turistik bölgesinde olduğumuz ortaya çıkıyor, daracık taşlı sokaklarda büyük bir kalabalık, çoğu turist görünüşlü. Etraftaki cafe ve barların sayısı artıyor. Karşımıza Hotel Ambos Mundos çıkıyor. Ernest Hemingway bu otelde yıllarca kalmış, Ihtiyar Adam ve Deniz’i burada yazmış. Kitabi Havana’lı bir balıkçı dostundan esinlenerek yazdığı ve bu balıkçının da (en azından 1999’da) hala hayatta olduğu söyleniyor. Hayatını kendini ziyarete gelen turistlerden 10 dolar ücret alarak geçiriyormus, ki bu normal bir Kübalı’nın aylık gelirine yakın. Zaman bulabilirsek biz de uğrayıp bir hatırını sorsak iyi olur diye düşünüyoruz.
Oficios ile Lamparilla’nın kesiştiği noktaya gelince karşımıza farklı bir manzara çıkıyor. Önümüzde geniş bir meydan, meydanda irice bir su fıskiyesi, karşıda bir kilise… Kenardaki gösterişli lokantalar meydana masalar çıkarmış, insanlar günes altında keyif çatıyor. Gelinlikler içinde bir kızın etrafına toplanmis insanlar resimler çekiyor. Kızın çevresinde onlarca güvercin, bazıları eline ya da eteğine konuyor.
Acıktığımızı farkedince tekrar turistik ara sokaklara dalıp bir lokanta arıyoruz. Cafeteria Torre La Vega sakin konumu, kaldırım kenarına konmuş masaları, güzel gölgeliği ve çok hoş Küba müziği ile cazip görünüyor. Ama Küba yemekleri hakkında söylenecek fazla birşey yok. Aslında birçok yerde yemeklerin oldukça kötü olduğu söyleniyor, şansımıza burası gayet tatmin edici bir lokanta çıkıyor. En yaygın Küba birası olan Cristal’i yudumlarken, nerdeyse diğer tüm masalarda, bizim reber kitabımızın aynısı olduğunu görüyoruz. Kitapların sahipleriyle göz göze gelip gülümsüyoruz. Torre La Vega, Lonely Planet’a minnettar olmalı.
Akşam saatleri yaklaşırken, ertesi gün için planlarımızı kesinleştirmemiz gerektiği gerçeği su yüzüne çıkıyor. Bu gece doktorun evindeki son gecemiz. Ertesi gün için niyetimiz, denizi ve plajının çok güzel olduğu söylenen Varadero’ya gitmek. Varadero Havana’ya otobüsle 3 saat mesafede. Bir gece orada kalıp oradan da Trinidad’a gitmek var aklımızda. Bize rezervasyon konusunda yardımcı olan Küba’lı ajanımız Nestor’u arıyoruz. Varadero, paket tatil yapanların doldurduğu bir ‘tatil köyleri kenti’. Doktor Jose’nin yaptığı gibi evinin bir odasını kiraya vermek orada yasak. Bu biraz hevesimizi kırıyor. Varadero’da denizden başka görülecek pek birşey olmadığını, deniz özlemimizi Trinidad’da da giderebileceğimizi düşününce ani bir plan değişikligiyle, Trinidad’da bir oda rezerve ediyoruz. Bulduğumuz bir turizm ofisi, sabah otobüsünün dolu olduğunu söylüyor, ama talep olursa ek sefer yapılabileceği umudunu veriyor.
Hava kararınca, ertesi gün için planları biraz netleştirmenin rahatlığıyla, Obispo üzerindeki barlardan birinde biraz zaman geçirmeye karar veriyoruz. La Lluvia de Oro’ya girip bir masa buluyoruz. Canlı yerel müzik eşliğinde Küba romu yudumluyoruz. Barda Kübalılar ve turistler güzel bir karışım oluşturmuş. Tam ‘dans eden yok’ derken birileri kalkıp masaların arasında salsa yapmaya başlıyor. Bir süre sonra trompet sesi rahatsız edici gelmeye başlıyor. Ayrıca şehrin en turistik yerindeki barın içinde bile tuvaletin temiz olmaması, klozetlerin kapaksız olmasi, ve buna rağmen kapıdaki adamın bozuk para istemesi bizi şaşırtıyor. Yanımızda hiç Küba centavo’su kalmamış, Kanada cent’i uzatıyoruz. Adam paraya bakıp ne olduğunu anlamaya calışıyor, birşeyler söyleniyor. O sırada yanımızdan geçen, İtalyan olduğunu söyleyen bir turist yardımımıza yetişiyor. ‘Kanada parasını hiçbiryerde bozduramaz zaten’ diyor, ve bizim yerimize adama birkaç centavo veriyor.
Oro’dan çıkınca, Derya’nın isteği üzerine bir önceki akşam uğrayıp da müzik bulamadığımız Casa de la Trova’ya doğru yola çıkıyoruz. Yürüyüş boyunca genelde karanlık ve boş sokaklardan geçiyoruz. Buraya gelmeden önce bize yapılan bütün güvenlik uyarılarına rağmen en ufak bir rahatsızlıkla karşılaşmıyoruz, ne yan kesiciler, ne başka hoşnutsuzluklar. Zaten özellikle turistlerin yoğun olarak bulunduğu bölgelerde bol bol asker ve polis devriye dolaşıyor, diğer kısımlarda da bir soruna rastlamıyoruz. Bunun dışında dikkatimizi çeken bir olay da, neredeyse her evden müzik sesi gelmesi. Bazı kapılar doğrudan evlerin salonuna aıldığı ve sıcakta kapılar açık tutulduğu için içerisini görebiliyoruz, aile dostları akşam eğlencesi için bir araya gelmiş, dans edip şarkı söylüyorlar. Evlerin camsız pencerelerinden dışarı müzik sesleri sızıyor.
Trova’ya vardığımızda yine bir sessizlik var, ama bekleyen kalabalık bu kez bir hareket olacağının işaretcisi. Bir görevli, müzigin birazdan başlayacağını söylüyor. Biz de o zamana kadar, içinde nane yaprakları olan, mojito isimli yerel bir kokteyl deniyoruz. Az sonra, elinde gitarla dolaşan yaşlı bir adam bizi sandalyelerin dizildiği bir salona davet ediyor. Aslında mekan hala müzik yapılacak bir yere benzemiyor. Terkedilmiş gibi görünen eski binalardan birindeyiz, salon çiplak görünüyor, sıvası dökülmeye başlamış duvarlarda desenli küçük kilimler asılı. Ortada müzisyenler için birkaç sandalye var, etrafı da birkaç sıra sandalyeyle çevrilmiş. Kısa sürede salon yerli ve yabancı müzik severlerle doluyor. Bizi içeri davet eden eski kıyafetli, zayıf, yaşlı, güler yüzlü adam insanlarla konuşmaya başlıyor. Yabancı görünenlere bazen İspanyolca, bazen çeyrek İngilizceyle nereli olduklarını soruyor. Biz de Türk olduğumuzu söylüyoruz. Tanışma faslı bitince yaşlı adam sandalyesine oturuyor ve bizi şaşırtmaya başlıyor. Bir fabrikanın yakınlarında görseniz emekliliğini bekleyen bir işçi sanacağınız bir adamdan ve elindeki eski, yamalı gitardan çıkan müzik, buraya gelmekle doğru karar verdiğimizi söylüyor. Amcamız, yumuşak ve duygulu şarkılarıyla bizi mest ediyor. Daha sonra başka şarkıcılar ve gruplar da sahne alıyor. Bazıları yerel, bazıları klasik İspanyolca şarkılardan örnekler veriyor, bilenler müziğe eşlik ediyor. Hatta bizim bile bildiğimiz bir-iki parça çikiyor. Ama bardaki insanlar arasında meşhur olduğumuzun farkında değiliz. Her şarkıcıdan sonra sahneye çıkan ve İspanyolca sunumlar yapan, eski kantocu görünüşlü bir kadın bize birşeyler soruyor. Biz söylediklerini anlamayip boş boş bakınca diğer seyirciler imdadımıza yetişiyor ve bizim yerimize hep bir ağızdan ‘Turkiyaa’ diye cevap veriyorlar.
Bir ara birisi bize bir cd gösteriyor ve almak isteyip istemediğimizi soruyor. Polo Montanez isimli bir şarkıcının cd’si. Daha önce dinlemediğimiz biri olduğu için tereddüt ediyoruz. ‘Bu akşam burada çalacak mı?’ diye soruyoruz. Aldığımız cevap bunun pek mümkün olmayacağı yönünde; Montanez bir ay kadar önce trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Küba’nın en sevilen müzisyenlerinden biriymiş.
Gecenin sonunda eve gitmek için bicitaxi denemek istiyoruz. Bulduğumuz bir tanesi 5 dolar istiyor. Sabah coco taksi ile aynı yolu 3 dolara geldiğimizi anlatmaya çalışıyoruz. O da bize işaretlerle derdini anlatıyor; ‘coco’lar motorlu, burada yorulacak olan bu bacaklar.’ Ama sonra bisikletinden inip bize bir coco taksi aramaya başlıyor, hatta bizim yerimize pazarlık yapıyor. Ona ‘muchos gracias’ diyerek taksiye binip odamıza gidiyoruz.
Yorum bırakın