Dördüncü güne geldik. Bugün Karayiblerde serinliyor, Trinidad akşamında eğleniyoruz.
Sabah uzun, kulak tırmalayıcı çığlıklarla uyanıyoruz. Canhıraş yaratık çığlıklarını yorumlamak zor olmuyor. Yandaki evde (belki de mezbahadır) domuz kesiyorlar. Ve anlaşılan hemen öldürmeyip biraz işkence çektiriyorlar. Bar Dauquiri’nin karşısındaki tezgahta yata domuz buradan geliyor olmalı.
Carlos ve eşinin hazırladığı bol tropik meyve içeren kahvaltıyla karnımızı doyuruyoruz. Evdeki diğer odada kalan Amerikalı çiftle tanışıyoruz. Ambargodan sonra Amerika, kendi vatandaşlarına ve şirketlerine Küba’da para harcamayı yasaklamış. Bu yüzden bir Amerikalı’nın Küba’ya gelmesi pek kolay değil, turizm şirketleri rezervasyon yapamıyor, havayolları Küba’ya uçamıyor. Ama her kural gibi bunun da bir kaçamağınıi bulmak mümkün. Bu çift, Meksika üzerinden Küba’ya gelmiş, pasaportlarına da damga vurdurtmamışlar. Eğer kendi hükümetleri burada olduklarını öğrenirse ağır bir para cezası ödemek zorunda kalacaklar, riski göze alıp gelmişler. Aslında tuvaletlerine Amerikan dolari ödediğimiz ülkeye Amerikalılar’in gidememesi biraz komik geliyor, ama ambargonun avantajlarını da yaşıyoruz; her köşede McDonald’s görmemek gibi.
Amerikalı komşularımız bir önceki gün denize gittiklerini söylüyorlar. Bize de tavsiye ediyorlar, biz de bunu planlarımıza dahil ediyoruz. Sonra evden çıkıp şehirde dolaşmaya başlıyoruz. Bugün hava daha da güzel, hatta biraz fazla sıcak. Yine bir sürü renkli bina, sokak aralarında insanlar, fotoğaf, derken zaman çok hızlı geçiyor. Öğleden sonra denize girmek için nereye ve nasıl gideceğimizi düşünüyoruz. Şehire 12 km mesafedeki Playa Ancon’a minibüsler ve taksiler pek pahalı değil. Ama diğer bir alternatif olarak bisiklet kiralayip sahil yolunu takip etmeyi düşünüyoruz. Tam biz bu planlarla uğraşırken Fred ve Tinika ile karşılaşıyoruz. Bir önceki gün ancak akşama doğru kalacak bir yer bulabildiklerini anlatiyorlar. Onlarin da bugün plaja gitmeyi düşündükleri ortaya çıkıyor ve bize birlikte gitmeyi teklif ediyorlar. Kabul ediyoruz. Saat 1’de Parque Cespedes’te buluşmak üzere ayrılıyoruz.
Öğlen vakti geldiği için, plaja gitmeden önce birşeyler yemeyi uygun görüyoruz. Buluşma noktasının yakınlarında, Bar Dauquiri’nin karşı köşesinde, evinin kapısında pizza satan bir delikanlı görüyoruz. Arkadaki merdivenin altına koyduğu küçük taş fırında yaptığı, sos, domates ve peynirden oluşan basit pizzalardan deniyoruz ve oldukça beğeniyoruz. Küba’da Küba parası verebildiğimiz ender yerlerden biri oluyor burası, bir pizza 25 centavo. Bu 5 peso’ya, ya da yaklasik 25 cent’e denk geliyor. Daha sonra Bar Dauquiri’de oturup, birer birayla boğazımızı temizleyerek zaman geçirirken, bir ‘Turkiyaaa’ sesiyle irkiliyoruz, başımızı çevirdiğimizde, akşam barda tanıştığımız müzisyen Celestino’yu görüyoruz. Bize selam veriyor, yine İspanyolca’sıyla birşeyler anlatıyor. Sonunda, bu akşam bizi tekrar bara beklediğini söylemeye çalıştığını anlıyoruz.
Fred ve Tinika buluşma noktasına geldiklerinde, yanlarında Kanadalı bir genç daha var, o da Playa Ancon’a gitmek için bize katılmak istemiş. Biraz hemşehri sohbetinden sonra nasıl gideceğimizi oya koyuyoruz. Kanadalı genç bölgeyi biraz tanıyor, biraz da İspanyolca biliyor. Sonunda küçücük bir korsan taksiye sığıp 10 dakikada Peninsula de Ancon’a varıyoruz. Hotel Ancon’un plajında kendimize bir gölge buluyoruz. Deniz hayal ettiğimiz kadar güzel çıkmıyor, Varadero’nun neden daha çok tercih edildiğini anlıyoruz. Ama yine de oldukça temiz. Biz de, bir 30 Aralık günü, pırıl pırıl bir güneş altında, Karayiblerin bol tuzlu suyunda serinlemenin keyfini çıkarıyoruz.
Akşam Tirnidad’a dönüp dinlendikten sonra, kendimize ton balıklı birer sandviç yapmak için ekmek aramaya çıkıyoruz. Carlos, biraz ilerideki binanın bir fırın olduğunu söylüyor. Ben fırına gidip bir ekmek alıyorum. İçeride kimse İngilizce bilmiyor. Ekmeğin parasını ödemek istediğimde yaşadığımız iletişim güçlüğü, fırıncı kız ve yanındaki arkadaşlarını çok eğlendiriyor. Ekmeğin fiyatını anlamadığım ve cebimdeki Küba paralarını sayamadığım için, bir avuç bozuk parayı uzatıyorum. Fırıncı kız, avucumdaki paralar arasından seçip gereken miktarı alıyor. Bir büfeden de içeceklerimizi almak için aynı yöntemi kullanıyorum.
Yemekten sonra yine dışarı çıkıp Casa de la Musica’da zaman öldürüyoruz. Bu akşam müzik daha güzel ve danslar daha ateşli. Oradan ayrılınca yakındaki kilisenin önünde bir kalabalık görüyoruz. İçeri girince biraz şaşırıyoruz, çünkü gördüğümüz hiç de dini bir ayine benzemiyor. Ortada bir çift şarki söylüyor, bir sürü insan da onları izliyor. Daha sonra sahneyi bir çocuk korosu alıyor. Anlaşılan bütün şehir bu akşam dışarıda.
Kilisedeki performansı izlerken, sahne dışındaki bir manzara dikkatimi çekiyor. Yabancı oldukları belli olan iki genç, yine yabancı başka bir kızla karşılaşıyor ve hararetle kucaklaşıyorlar. Uzun zamandır görüşmemiş ve burada birbirlerini bulmayı hiç beklemiyor oldukları anlaşılıyor. Kimbilir bu gezginler daha önce dünyanın hangi köşelerini birlikte gezmişlerdir, hangi şehirlerde karşılaşmışlardır diye düşünüyorum. Belki de bir yıl önce Kathmandu’da bu kişiler birbirlerine şöyle diyorlardı; ‘Gelecek kış Trinidad’da, Bar Dauquiri’de buluşuruz’.
İlerleyen saatlerde tekrar Sagarto’ya gidiyoruz. Aynı grupları ikinci kez dinledikten sonra Septato’nun bir cd’sini alıyoruz. Bardan çıkınca yine bir süre karmaşık sokaklarda kaybolup, sonra Marti’ye çıkmayı başarıyoruz. Eve doğru yürürken, köşe başlarında toplanmış insanların, kendi aralarında şarkılar söyleyip eğlenmelerini dinliyoruz.
Bu dizinin diğer sayfaları: 1, 2, 3, 5, 6, 7
Bir Cevap Yazın