En kaba haritada bile, koskoca Atlantik Okyanusu’nun, hem de Hudson KORFEZİ(!) adıyla ülkenin ortasına kadar uzandığı görülebilir. Okyanusun, kıtanın içine giren daha ince bir uzantısı da var, adı St. Lawrence Nehri(!!! Bu nehrin üzerindeki adalardan birinde 1,5 milyon nüfuslu Montreal şehri var). Ayrıca Birleşik Devletler sınırı, Büyük Göller Bölgesi’ndeki dört gölün içinden geçiyor, dolayısıyla göllerin yarısı Ontario eyaleti içinde kalıyor. Büyük göllerin en küçüğü Ontario Gölu yaklaşık Marmara Denizi büyüklüğünde, Superior ise hemen hemen Karadeniz kadar (verify). Bütün bunlar yetmezmiş gibi göllerin çoğu birbirine nehirlerle bağli. Yani bir tekneyle, hiç karaya çıkmadan ülkenin içinde oldukça uzun mesafeler katedilebilir.
Birbirine bir nehirle bağli olan göllerden ikisi Erie ve Ontario. Güneydeki Erie’nin sularını Ontario Gölü’ne taşıyan nehir Niagara Nehri. Ve bu nehir üzerinde bir nokta, her yıl dünyanın her tarafından gelen 12 milyon turistin ilgi odağı, Niagara Şelaleleri.
Toronto’dan Niagara Falls şehrine kadar olan yaklaşık bir buçuk saatlik otobüs yolculuğu sırasında, aklımdan ‘Niagara Şelaleleri yaklaşık Manavgat kadar birşey’ diyen arkadaşın yorumu geçiyordu. Daha fazla tanıtım yapan daha fazla kazanıyordu. Ama ne olursa olsun, bu kadar bahsi edilen bir yeri görmemek haksızlık olurdu. Gerçekten de, otobüsten indiğimiz noktadan, uzaktan şelaleler gayet sıradan görünüyordu. Bölgeyi renklendiren, binlerce insan, cicili bicili binalar, hediye dükkanları, ve buranın “Kanada’nın Las Vegas’ı” diye anılmasına sebep olan kumarhanelerdi. Ama biraz yaklaştıkca, 56 metre yüksekten köpük köpük düşen suyun gürültüsü bizi kendine çekmeye başladı. Çok yakında, arkadaşımızın ya Niagara’yı, ya da Manavgat’ı hiç görmediği kanısına varacaktık.
Niagara Şelaleleri, aynı nehrin üzerinde ve aynı noktada yan yana iki şelaleden oluşuyor. Niagara Nehri’nin ortasından Kanada – ABD sınırı geçiyor ve tam bu noktada, Keçi Adası denen koca bir kaya parçası nehri birbirinden birkaç yüz metre uzaktan akan iki kola bölüyor. Bu kollardan biri Birleşik Devletler, diğeri Kanada sınırları içinde kalıyor. Her ikisi de büyük gürültüyle dökülüp aşağıda tekrar birleşiyor ve sakinleşiyorlar. Dışarıdan bakınca, iki koldan gürül gürül akıp duran tonlarca su görüyorsunuz, ama bir de kalkıp ikisinin arasına girerseniz size oldukça sinirleniyorlar.
Amerikan Şelalesi yaklaşık yüz metre genişliğinde düz bir kayadan açağı, Kanada’ya doğru düşüyor. Kanada At Nalı Şelalesi ise daha geniş, ve U şeklinde bir kıvrım yapıyor. Bu kadar yüksekten dökülen su, ortalığa bir sürü su damlacığı dağıtıyor, ve bu su damlacıkları bir sis perdesi oluşturuyor. Kanada Şelalesi nal şeklinde ve üç tarafı kapalı olduğu için, sis özellikle bu bölgede çok yoğunlaşıyor, ve sise vuran gün ışığı şelalenin içinde gökkuşakları yaratıyor. Burada bütün gün durup güneşin değişik açılardan gelen ışığında, şelalelerin değişik tadlarını almak mümkün. Hatta gece yapay ışıklandırmayla bambaşka bir manzara yaratmış. Bu görüntülerden de belki başka bir zaman bahsederim.
Her iki şelale de asıl Kanada tarafından bakılınca bütün heybetiyle görülebiliyor. Birleşik Devletler tarafında (New York eyaleti) nehrin ortasına doğru uzanan platformlar inşa edilmiş, o taraftakiler platformlara çıkınca biraz daha iyi bir açıyla manzarayı görebiliyor. Biz şanslı tarafta olduğumuz için, şelalenin karşısına geçip, düşen her damlayi takip ettik. Ama bir süre sonra akan sular ve gökkuşakları monoton gelmeye başlayınca, şelaleyi daha yakından hissetmeye karar verdik, ve Maid of the Mist (Sislerin Kızı) ile bir tur atmak için bekleyen kalabalığın arasına karıştık.
Maid of the Mist, 150 yıldan fazla süredir burada servis veren (ve tabi para basan) bir şirket. Şelalelerin döküldüğü yerden biraz uzakta, nehrin sakin noktasında, kanyonun dibinden büyük bir tekneyle yolcuları alıyor ve şelalenin altına doğru yaklaştırıyor. Kişi başı 10 dolar verip, biletinizi alıp sıraya giriyorsunuz. Bir asansörle kanyonun dibine indiriliyorsunuz. Fazla beklemenize gerek kalmıyor, yağmurluklar dağıtılıyor ve tekneye biniyorsunuz. Teknede yayınlanan açıklamayı dinlerken, daha yakın olan Amerikan Şelalesine doğru hareket ediyorsunuz. Yaklaştıkça üzerinize damlaların geldiğini hissediyorsunuz, fotoğraf makinası şakırtıları arasında, üstünüze üstünüze dökülen şelaleyi seyrediyorsunuz.
Ardından tekne burnunu güneye çeviriyor ve Kanada Şelalesine doğru ilerliyorsunuz. Amerikan Şelalesinin nemi sizi ıslatamiyor artık, siz de gözünüzü yeni hedefe çevirip bekliyorsunuz. Nalın dibinden yükselen sis buradan daha heybetli görünüyor. Bu arada teknedeki ses yayını, bazı çılgınların özel variller içinde şelaleden atlamak gibi uçuk bir spor yaptıklarını, bir keresinde de küçük bir çocuğun kaza ile suya düşüp şelaleden uçtuktan sonra nehrin sakin tarafından sağ olarak çıkarıldığını anlatıyor. Siz, kulağınız hoparlörde, gözünüz yaklaştığınız şelalede, heyecanınız gitikçe artarak bekliyorsunuz. Hoparlörden gelen açıklama birazdan susuyor, çünkü şelale gerçekten gürültülü. Tam yavaş yavaş tekrar ıslandığınızı hissederken birden kendinizi bir sis bulutunun içinde buluyorsunuz. Artık at nalının tam ortasındasınız. Üç tarafınızdan dökülen sulardan kopan milyonlarca damlacık, bir sağanak gibi üzerinize yağıyor. Yağmurluk ne işe yarıyor o zaman anlıyorsunuz. Sislerin ardındaki şelaleyi, gökyüzünü, dünyayi, hatta sizinle aynı teknedeki diğer yüz kadar insanı hayal meyal görebiliyorsunuz. Su damlacıkları dalga dalga, tokat gibi kafanıza iniyor, her tokatta teknedeki insanlar çığlık çığlığa bağırıyor, etrafınızda biryerlerden bir gökkuşaği geçiyor, üzerinize koskoca bir nehir boşalıyor, ve siz ağzınız açık sağa sola bakıyorsunuz. İşte o zaman, sadece ‘vay canına’ diyebiliyorsunuz, ‘hey koca dünya, yaşlı kaya parçası, sende daha ne cevherler var.’
Bütün tur on beş dakika kadar sürüyor ve siz tekneye alındığınız noktaya sırılsıklam bırakılıyorsunuz. Yukarı, kanyonun üzerine çıktığınızda, bir sonraki grubu aşağida, nalın ortasında duş alırken görüyorsunuz. Artık nasıl hissetiklerini biliyorsunuz. Bu kadar yüksekte, şelaleden birkac yüz metre uzakta bile üzerinize gelen su damlacıklarıyla ıslanıyorsunuz. Zaten sis perdesinin şelalenin iki kati yükseğe kadar çıktığını görebiliyorsunuz. Bir de Kanada At Nalı Şelalesinin sırtına çıkıp manzarayı oradan izliyorsunuz. Bu noktadan hem nehrin gelişi, hem şelalenin sırtı, hem nalın diğer ucu, hem Amerikan Şelalesi, hem gökkuşakları, kısaca herşey tek kareye sığıyor.
Bundan yıllar önce, cin Amerikalılar, Niagara’nın sularını alıp elektrik üretimi için kullanmaya kalkmışlar. Tabi şelale diye bilinen yerde sadece bir kaya duvarı kalınca turizm neredeyse ölmüş. O zaman suları geri vermişler. Aslında şu anda o coşkulu şelaleden dökülen su Niagara’nin kapasitesinin yarısı; geri kalan su başka yollardan barajlara gidiyor. Geceleri ise suyun sadece %25’i serbest bırakılıyor.
Niagara’da yapılabilecek diğer ilginç şeyler arasında şelalenin arkasına geçmek var. Journey Behinfd the Falls denen tura katılınca, kayaların içindeki tünellerden geçerek suyun arkasına ulaşabiliyorsunuz, ama bir günde şelaleyle yeterince samimi olduğumuzu düşünüp bu eğlenceyi başka zamana bıraktık. Ayrıca bir dahaki sefere Butterfly Conservatory’ye de zaman ayırmaya karar verdik, çünkü orada 2000 kelebek arasında dolaşılabileceğini, renkli birşeyler giymişseniz gelip üzerinize konacaklarını öğrendik, bizim eski Kelebekler Vadisi’nin yapay versiyonu. Ve yine yapılacak şeyler arasında, şelaleden 20 km mesafede, Niagara Nehri’nin Ontario Gölü’ne döküldüğü yerde bulunan sevimli Niagara-On-The-Lake kasabasını ziyaret etmek de var.
Güncelleme: Bu yazıyı yazdıktan sonra geçen yıllar içinde, Maid of the Mist’e tekrar bindim, ve aynı heyecanı tekrar yaşadım. Sanırım tekrar yapsam yine aynı güçlü duyguyu hissedeceğim. Ayrıca yukarıda belirttiğim “yapılacak diğer ilginç şeyler”i de yaptım. Journey Behind the Falls hayal kırıklığıydı, ama diğerleri hoştu. Ne var ki Niagara Falls’a sanırım beşinci ziyaretimden sonra, herşey çok alışılmış gelmeye başladı. Sonrasında buraya gidişimin tek amacı, Toronto’ya bizi ziyarete gelen arkadaşları götürmek, fotoğraf çekmek, ve casino’lardan birinde poker oynamak (ve kazanmak 🙂 ) haline geldi.
Fotoğraflara bayıldım. Flickr’da da görmüştüm zaten. Neden flick sayfasının linkini koymadın? Herkes görsün fotoğraflarını!
Çok kolay gelsin.
Teşekkürler. Sadece bu post’tan bahsediyorsan, ilk fotoğraf benim değil zaten. Altında sahibini belirttim. Benim olanlardan bir tanesi flickr’da var, diğerini koyacak zaman olmamıştı.